8. Gün ( Selanik, Gümülcine, Dedeağaç )

03 Eylül 2011 Cuma Eve dönüş günü…

625 kilometremiz daha var. Egnatia Odos denilen Türkiye sınırından Yunanistan’ı baştanbaşa kat eden otoyolu biliyoruz, hız sınırı 130 ve daha gişeler tamamlanıp para toplamaya başlamamış olduğundan 150 -160 la keyifle sürülebiliyor. Nitekim 150 km. olan Selanik –Kavala arasını 58 dakikada almışız J


Bütün yollar böyle olsa uçağa binmez insan diye düşünüyor… Hemen sonra Arnavutluğu aklımıza getirip “ yok yok uçak ta iyi bir şey canım” diyoruz…
Otoyolda benzin istasyonu yok, hemen tüm çıkışların ilk metrelerinde var istasyonlar, doldurup tekrar yola dönüyorsunuz… Henüz geçen araç yoğunluğu fazla olmadığından ya da avanta paylaşılamadığından konulmamış. Hele Türkler bir koyulsunlar bu yollara 5 yıl içinde Selanik’e kadar en az 10 tane benzin istasyonu göreceğimiz iddiasına varım.J


Biz de benzin için Gümülcine’ye giriyoruz. Sonrasında bir büyük markete girip bakınırken gayet güzel Türkçe konuşan iki hanımdan kurabiye, peynir ve zeytinyağı önerilerini alıyoruz. Buradan Alexandrapolis’e gideceğiz derken birisi “ haa Dedeağaç… “ diyor, gülümsüyor tekrarlıyoruz, “ evet ya Dedeağaç “ J

Teşekkür edip alışverişimizi tamamlıyor ve Dedeağaç’a varıyoruz.

Sahilde balık ürünleri servis ettiği belli olan bir restorana oturuyoruz. Yanımızda 3 araç daha var, üçü de İstanbul plakalı… J 
İngilizce menü istiyoruz, restoran sahibi hanım İngilizce olarak “ isterseniz Türkçe menü de var… “ diyor… “ E daha iyi o zaman lütfen “ diyoruz… Siparişi verdik, ben kalamarcıyım, ağabeyim Akdeniz kıyısında “ hamsi “ yemek istedi J  Neyse, kısa sürede siparişlerimiz geldi. Baktık bizim hamsi yağ ve unu da görünce tavada şişmanlamış. Sonra tadına bakınca iş anlaşıldı. Tabağımızdaki güzellik bizim hamsinin yakın akrabası "sardalya". Daha doğrusu sardalyanın küçüğü "papalina"... Ama inanılmaz lezzetliydi...
Bir de Greek Salad. Bildiğin çoban salatanın iri doğranmışı işte ve üzerinde koca blok beyaz peynir…


Keyifle yemeğimizi yerken TURKCELL’in buradan da çekmesi nedeni ile sevdiklerimizle muhabbet ediyoruz.
Bunları yazıp yazmamayı yanımızdaki masada hem de eşleri ve çocukları ile yemek yerken bol argolu ve görgüsüzce muhabbet eden iki jipli adamı görünce düşünmeye başlamıştım. Ama o tiplerin internete girip bunları okuyacağını zannetmediğim için yazıyorum. Gerçi kulaktan kulağa tavsiyelerle buralara gelip kötü izlenimler yaratacakları ve fiyat artışları yaptıracaklarından kuşkuluyum L

Neyse, sınıra 45 km. kalmış, bari bunlardan önce gidip kuyrukta fazla beklemeyelim düşüncesi ile hesabı ödeyip ( 25 euro kadar ) yola çıkıyoruz.

Yunan gümrüğünden beklemeden geçiyoruz, Türkler ( sadece Türk – Yunan sınırında gördüğümüz ) Duty Free Shop ların Yunan tarafındakinden Migros’ta alışveriş yaparcasına sigaradan, uzoya, elektronikten, formaya, zeytinyağından, kurabiyeye kadar arabaları doldurmuş alışveriş yapıyorlar. Orada da Türk Rakısı görüp gülüyoruz. Görevliler Türkçe biliyor…
Dışarıdaki çöp konteynırları poşetler ve ambalajlarla tıka basa dolu, belli ki Türk gümrüğü kazara kontrol için bakıp izin vermeyebilir korkusu ile alınanlar ilk bakışta göze çarpmayacak şekilde bagajlara dağıtılmış J

Meriç köprüsünün üzerindeki tüm askerlerle selamlaşıyoruz ve Türk sınırına geliyoruz. En düzgün yapılmış ve organize görünümlü gümrük burası. Ancak sadece iki gişe açık… Pasaport kontrolünden geçip aracın içinde camdan gümrük kontrolü için kâğıtları vermeyi beklerken birçok yaya elinde kâğıtlarla görevli ile aramıza giriyor? Durumu anlamak için indiğimizde diğer gişedeki görevlinin imza ve kaşe yetkisi olmadığı? Şeklinde söylenerek bizim gişedeki görevliye gelmişler. 


Neyse işlemler tamamlanıp gümrüğe tabii bir şey olup olmadığı soruluyor.
Biz hiç " Evet var... " diyeni duymadık. J

Yola çıkıyoruz, giderken nasıl geçtiğini anlamadığımız İpsala – İstanbul yolu bu kez bitmek bilmiyor. 


Dört gözle TEM otobanını bekliyoruz, ama yeni katılanlarla ve canavar sürücülerle beraber yol yoğunlaşıyor, sağlayanlar, zorlayanlar, kornalar, devamlı selektör yapanlarla tehlikeli hale geliyor…
Bir an kendimizi Arnavutluğun değişik bir versiyonunda ve yolda o sürücülerle beraber gibi hissedip “ acaba Arnavutluğa fazla haksızlık mı yaptık? Orada korna vardı ama selektör yoktu…“ deyip, durumu “ bizim simgemiz de kartal mıydı? “ esprisi ile geçiştirerek yurda döndüğümüzü anlıyor, kabulleniyoruz.
Ancak yarın sabah bakkalımıza mutlaka “ dürüst ol Mehmet, sizde ehliyet satılıyor muydu? “diye sormayı kafaya koyarak evlerimize gidiyoruz…

1 yorum:

  1. Değerli blog yöneticisi makalelerinizi Beton buz olarak çok beğendik. Ekibimiz olarak başarılarınızın devamını dileriz.

    YanıtlaSil